13 Eylül 2011 Salı

Türkiye'de Devlet ve Sınıflar (Özet)

Çağlar Keyder- State and Class in Turkey: a study in capitalist development (Verso:1987)
Türkiye’de Devlet ve Sınıflar (İletişim: 1989)
İçindekiler
Birinci Bölüm: Kapitalizm Gelmeden Önce
İkinci Bölüm: Periferileşme Süreci
Üçüncü Bölüm: Jön Türkler
Dördüncü Bölüm: Kayıp Burjuvazi Aranıyor
Beşinci Bölüm: Devlet ve Sermaye
Altıncı Bölüm: Popülizm ve Demokrasi
Yedinci Bölüm: İthal İkameci Sanayileşmenin Ekonomi Politiği
Sekizinci Bölüm: Krizin Dinamiği
Dokuzuncu Bölüm: Burjuva İdeolojisi Neden Yükselemedi?
Onuncu Bölüm: Sonuç Yerine

Kitap Türk toplumunun tarihsel gelişimini irdeleyerek bazı makro-sosyolojik soruları
aydınlatmayı amaçlayan bir çalışma. Yazar, Osmanlı/Türk tarihini periferileşme literatürü
çerçevesinde incelemeyi ve Türk tarihini az gelişmişlik teorileri doğrultusunda analiz etmeyi vaat
ediyor.
Türkiye’de toplumsal yapıyı belirleyen iki ayırt edici özellik var. Birincisi tarımsal yapıda büyük
toprak mülkiyetinin olmaması, ikincisi ise Birinci Dünya Savaşı sonrasında Hıristiyan burjuvazinin
neredeyse tamamının ülkeden çıkarılması.
Kitapta anlatılanlar dünya sistemi perspektifinin biraz dönüştürülmüş bir biçimi. Buna göre
sınıf mücadelesi, ülke içi gelişmeleri dünya ekonomisi bağlamında belirler. Kapitalist sistemdeki
yükselişler veya krizler her ülkenin siyaseti üzerinde o ülkenin özgül koşulları çerçevesinde tezahür
ediyor. Örneğin 1873-1896 arasındaki global ekonomik kriz Osmanlı’da Batılılaşma hareketini sekteye
uğratmış yeni bir muhafazakarlık dönemi başlatmıştı. Kısaca “ dünya sistemi, ülke düzeyindeki sınıf
mücadelesinin hangi bağlamda ve hangi kısıtlar içinde süreceğini belirler”
Kitap daha çok hâkim sınıflar(bürokrasi ve burjuvazi) çevresinde dönüyor. Yazar, köylüler ve
işçilerin biraz kenarda kalmasını bunların siyasal sistemi doğrudan etkileyebilecek kadar güçlü ve
örgütlü olmaması ile açıklamış.
2.,3. ve 4. bölümlerde dünya ekonomisiyle bütünleşme/ tarihi bağımlılık/üretim tarzlarının
eklemlenmesi literatüründen; cumhuriyet dönemi için Marksist yazından, daha sonraki dönemler için Latin Amerika üzerine yapılmış çalışmalardan, regülasyon teorilerinden ve son olarak popülizm ve
faşizm tartışmalarından yararlanılmış.

Birinci Bölüm: Kapitalizm Gelmeden Önce
Osmanlı İmparatorluğu feodal değildi. Avrupa feodalizmi adıyla bilinen pre-kapitalist
düzenden temel farklar gösteriyordu. Osmanlı, toprak düzeni konusunda büyük oranda Bizans
mirasını devralmıştı.
Bizans Devleti’nde kırsal alanda küçük köylülük hakimdi. Köylüden beklenen her yıl belli
oranda vergi ödemesiydi. Merkezi devlet görevlendirdiği memurlar vasıtasıyla vergi topluyor, bunu
becerebildiği ölçüde politik iktidarını sürdürebiliyordu. 10. yüzyıla gelindiğinde mahalli senyörler
ortaya çıkmış, bürokrasiye rakip olarak artığın bir kısmına el koymaya başlamışlardı. Senyörlerin
köylüleri serflere dönüştürmesi mümkün olmadı. Köylülük aynı emek örgütlenmesi ve toprak
dağılımıyla devam etti.
Osmanlı Devleti fethedilen toprakları şeklen devlet mülkiyeti altına aldı. Her aileye bir çift
öküzün sürebileceği 60-150 dönüm arazi verildi ve küçük köylülüğün devamı sağlandı. Köylülük
üzerindeki kontrol mekanizması şehir ekonomisi için de geçerliydi. Devlet köy ve şehir ekonomilerini
bağlamış ve bir iş bölümü oluşturmuştu. Merkezi otorite 1550’lere kadar çok sorunla karşılaşmadan
sistemi devam ettirebildi.
16. yüzyılda nüfus ve dolayısıyla tahıl fiyatları artmış, tımarlı sipahilerin topladığı sabit parasal
vergiler düşmüştü. Mali baskı altında işlevlerini sürdüremeyen tımarlı sipahilerin bazıları eşkıyalığa
başlayıp köylüleri zor durumda bıraktı. Bu dönemde birçok köylü başka yerlere göç edip yeni
toprakları tarıma açarak işlemeye başlamışlardı.
Mali kriz devleti iyice zorlamaya başlayınca devlet vergileri iltizam yoluyla toplamayı denedi.
Bu sistemde en fazla miktarı devlete peşinen ödemeyi kabul edenler vergi toplama hakkını elde
ederlerdi. Bu arada 18.yüzyılda merkezden uzak yerlerde âyan adıyla yeni aktörler ortaya çıkmış
devlet otoritesini temsil iddiasıyla tarımsal artığa el koyup güçlerini pekiştirmeye başlamışlardı.
Âyanın gücünün kırılması ancak 19.yy daki merkezileşme çabalarıyla gerçekleşti. Ayan güçlü
olduğu dönemlerde alternatif bir emek kullanım sistemi ortaya koymadığı için kırsal yapının temeli
olan küçük köylülüğe dokunamamıştı. Ancak toprak sistemini değiştirememelerinde merkezin direnci
daha önemli bir oynadı. Merkezi hakimiyet yeniden kurulduğunda bağımsız köylülüğün şartları
yeniden hazırlandı. 19. yüzyılın ikinci yarısında toprak yapısının restorasyonuna girişildi.
Osmanlı Devleti’nde ihracata yönelik üretim yapılan 1850 sonrasında bile geniş topraklara
sahip çiftlikler sayıca çok azdı. Toprakların çitlenerek az sayıda elde toplanmamış olması kapitalist
üretimin şartlarından biri olan çok düşük ücretlerle çalışacak mülksüzleşmiş bir köylü sınıfının
olmaması demekti. Bu yüzden çiftlikler emek kıtlığı ile karşılaşıyorlar, işçilere yüksek ücret ödemek
zorunda kalıyorlardı. Kısaca, ticarete yönelik plantasyonların gelişmesi için maddi şartlar elverişli
değildi.
Ticarete yönelik büyük toprak sahipliğinin olmaması dünya pazarıyla olan ilişkilerin
yürütülebilmesi için kalabalık bir aracılar sınıfının varlığını gerektiriyordu. Bu tüccarlar köylülerden
topladıkları ürünü yabancılara satan ve çoğunlukla Rum ve Ermenilerden oluşan bir gruptu. Tarımın yabancı pazarlarla eklemlenmesi sürecinde ticaret sermayesiyle para (kredi) sermayesi beraber
hareket eti. Kabaca Müslümanların tarımsal üretim yaptığı, Rumların ticaretle Ermenilerin ise
borç/kredi işleriyle uğraştığı bir iş bölümü ortaya çıktı.
Bu iş bölümünün şekillenmesinde kapitülasyonların etkisi görülmekte. Kapitülasyonlar
Avrupalı tacirlere gümrük ve vergi konularında büyük avantajlar sağlıyordu. Ayrıcalıklı konumdaki
Avrupalı tüccarlar zamanla Osmanlı’daki gayrimüslim tebaanın koruyuculuğunu üstlendiler. Birçok
Ermeni ve Rum Avrupa vatandaşlığına geçirildi. Batı ile ticaret geliştikçe gayrimüslimler ticari
ilişkilerde daha çok rol almaya ve sermaye biriktirmeye başladılar. Bu işleyiş Müslüman tüccarları
büyük oranda saf dışı etti.
20. yüzyıla gelinirken imparatorluğun sınıf haritası köylüler, bürokratlar ve komprador
burjuvazi arasındaki etkileşimlerle çizildi.

İkinci Bölüm: Periferileşme Süreci
19.yüzyılda Osmanlı ekonomisini kapitalist dünyayla bütünleştiren mekanizmalar ticaret,
borçlanma ve doğrudan yatırımlardı.
İmparatorlukta merkezin hakimiyeti yeniden kurulunca sultan ve etrafındaki bürokratlar
topluluğu iktisadi artıktan daha fazla pay almaya başladılar. 19. yüzyılın ortasına gelindiğinde
bürokrasi toplumsal sistemde muhafazakar bir sınıf olarak iyice belirginleşti. Bu sınıf kendi ayrıcalıklı
konumunu tehlikeye sokacak her türlü iktisadi ve politik dönüşme karşı idi.
Diğer taraftan pazar ilişkilerinin yaygınlaşması yukarıda bahsedildiği gibi bir tüccar sınıfını
geliştirmişti. Tüccarlar yalnızca artıktan pay talep eden bir sınıf değil toplumsal sistemi de tehdit eden
bir grup olarak ortaya çıktılar. Yani bürokrasinin en büyük rakibi oldular.
İmparatorluğun Avrupa kapitalizmine dahil olmasını kurumsallaştıran ilk adım İngiltere’yle
1838’de imzalanan Baltalimanı Ticaret Antlaşması’ydı. Bu anlaşma Osmanlı ticareti üzerindeki
tekelleri kaldırıyordu. Ülkenin Avrupa ile ticareti gittikçe arttı. Osmanlı gıda ve hammadde ihraç
ederken ithalat mamul mallardan oluşuyordu. Bu yeni işbölümünden şehirdeki küçük imalatçılar
büyük zarar gördüler. “Kapitalizmle bütünleşme olmasa bu manüfaktürlerin sanayinin gelişmesi için
gerekli birikimi yaratacağı ileri sürülür. Bu sav sanayi faaliyetlerinin, içinde yer aldığı toplumsal sistemi
göz ardı ederek, kapitalist gelişmeyi tekniklerin nicel birikimiyle özdeşleştiren teknolojist bir
yaklaşımdan kaynaklanır” Fakat gerek hukuk sistemi gerekse mülkiyet düzeni Osmanlı’da
sanayileşmenin temelini oluşturacak bir sermaye birikimine izin vermeyecekti.
Ülkedeki yeni ticaret ağı dengesiz bir ekonomik dağılım ortaya çıkardı. İktisadi faaliyet kıyı
bölgelerinde, ana yollar üzerindeki pazar şehirlerinde ve bunların hinterlandında yoğunlaştı.
Yeni ekonomik yapılanma toplumdaki dini ve etnik farkları daha da belirgin hale getirdi.
Bürokrasi ile burjuvazi arasındaki çatışmanın iki maddi temeli bulunuyor:
1) Burjuvazi bürokrat sınıfın savunduğu geleneksel yapıya temelinden değiştirme
tehdidi taşıyan kapitalizmle bütünleşme sürecini temsil ediyordu.2) Bürokrasi reformizme yönelip kendi geleneksel rolünü dönüştürme çabasına
girebilmek için, geleneksel düzeni oluşturan toplumsal grupların gözündeki
meşruluğunu belli ölçüde muhafaza etmek ve eski ittifaklarını sürdürmek
mecburiyetindeydi. (Bu bana pek ikna edici gelmedi)
Ekonomi açısından bakıldığında yeni tüccar sınıfın artıktan büyük paylar almaya
başladığı görülüyor. Geleneksel vergi sisteminde parasal değeri sabit tutulan vergiler daha
büyük bir artığa el koymaya elverişli değildi. Büyüyen ekonomideki yeni artığın büyük bir
kısmı ticaret ve kredi mekanizmalarıyla burjuva sınıfının eline geçiyordu. İmparatorluğun
geliri ve üretimi büyürken bürokrasinin aldığı pay küçülüyor yeni burjuvanın payı ise
artıyordu.
Osmanlı periferileşmesinin bir özelliği de emperyalist rekabetin varlığı. Emperyalist
rekabet, kolonizasyon yaşanmaması ve bürokrasinin görece güçlü olması çevreleşme sürecine
bürokrasi- burjuvazi çatışması olarak yansıdı.
19. yüzyılda devlet harcamalarının artması ve gelirlerin yetersiz kalması bütçe
krizlerini ortaya çıkardı. Devlet Avrupa piyasalarından borç toplamaya başladı. Borç
emperyalizmi çoğu zaman, Osmanlı devletine dayatılan imtiyazları kabul ettirme veya istenen
politikaları uygulatma amacına hizmet etti. Devlet 1875’te moratoryum ilan edince Avrupalı
alacaklıların temsilcileri ile köylülük arasında dolaysız bir ilişki kuruldu. Düyun-u Umumiye bu
ilişkinin kurumsallaşmasını ifade ediyordu.
Peki Avrupa Osmanlı’ya niye borç veriyordu? Osmanlı ihracatı yeterli kaynak
sağlayamadığından, Avrupalı tüccarların mallarına alıcı bulabilmek için Avrupa finans çevreleri
Osmanlı ekonomisine fon enjekte etmek zorunda kalıyordu. Bu Osmanlı periferileşmesine
özgü bir koşuldu. Yani Osmanlı daha fazlasını ödemek zorunda olmadan krredi alma
ayrıcalığından yararlanıyordu.
Düyun-u Umumiye kurulduktan sonra devlet gelirlerinin yaklaşık üçte birine doğrudan
el koymaya başladı. Bu kurumun varlığı bürokratik sınıfın ideolojik gelişmesi üzerinde
beklenmedik bir etki yarattı. Bürokrasinin reformcu kanadı yeni bir ideolojik tutarlılık kazandı.
Bunlar imparatorluğu kendi sınıfsal konumları değişmeksizin tepeden dönüştürmeyi
amaçlıyorlardı. Kapitalist ve katı iktisadi mantığı temsil eden Düyun-u Umumiye karşısında bu
grup normatif düzenin koruyucuları olarak ortaya çıktı. DU’ye aldığı tavırla bürokrasinin
hakim kanadı emperyalist ilişkilerin dışında bir özerk alan alternatifini yeğlemeye başladı.Bu,
ileride ortaya çıkacak olan devletçi toplumsal dönüşüm hareketlerinin oluşmasına katkıda
bulunan etmenlerden biridir.
Kapitalizmle bütünleşmenin bir diğer biçimi de doğrudan yabancı sermaye
yatırımlarıydı. Bu yatırımlar genellikle ticaret sermayesinin ihtiyaçlarını karşılar nitelikteydi.
Bu tip yatırımların en güzel örnekleri iç bölgeleri kıyılarla birleştiren demiryolları ve deniz
ticaretine hizmet eden limanlardı. Osmanlı’daki yabancı sermaye ağırlıklı olarak Fransız,
İngiliz ve Alman sermayelerinden oluşuyordu. Ticarete yönelik yatırımların dışında liman şehirlerinde yeni oluşan burjuvazinin ihtiyaçlarını görecek tramvay, elektrik, gaz gibi
hizmetlere yatırım yapıldı.
Yabancı sermaye yatırımlarında imalat sektörünün payı çok azdı. Bu küçük imalat
sektöründe çalışan işçilerin çoğu gayrimüslimdi. Dolayısıyla sermaye ile emeğin karşı karşıya
gelmesinin yol açtığı toplumsal farklılaşma sadece gayrimüslim nüfus için geçerliydi. Yani son
derece sınırlı kalan sanayideki sınıf çatışması kayda değer sonuçlar ortaya çıkarmadı.
Yukarıda anlatılan üç mekanizma yeni bir burjuva sınıfının gelişmesine olanak tanıdı.
“Yeni gelişen sınıfın toplumsal sınırları ile imparatorluk nüfusunun etnik farklılaşmasının
çakışması, bu sınıf ile geleneksel düzeni temsil eden bürokrasi arasındaki çelişkiyi
şiddetlendirdi.”

Üçüncü Bölüm: Jön Türkler
Osmanlı reformist hareketlerinden biri olan Jön Türk hareketi, emperyalizmin
doğrudan dayatmalarıyla bağlarını kopardığından yeni bir nitelik taşımaktaydı. 19. yüzyıl
merkezileşme çabaları içinde saray memurlarının yanı sıra fiziken sarayın dışında bulunan sivil
bürokrasi gelişmeye başlamıştı. Asrın sonlarında memur sayısının 100.000 ulaştığı tahmin
ediliyor.
Osmanlı’da gerek reformcu gerekse devrimci hareketleri başlatan entelektüeller
yurtdışında veya imparatorlukta yeni kurulmuş okullarda eğitim almış kişilerdi. Bunların
başlıca amaçları, iç çatışma ve dış baskılarla başa çıkabilmek için devletin ıslahı oldu. Çözüm
önerisinin hedefi devleti kurtarma ve güçlendirme olmayan neredeyse tek bir aydın yoktu.
Biraz daha erken dönemde (Tanzimat) bürokrasi Batı’yla uzlaşmacı bir tutum
izlemişti. Batılılaşma yanlısı bürokratlar 19.yüzyılın son çeyreğine kadar etkinliklerini
sürdürdüler. Son çeyrekte, dünya ekonomik krizi ve 1878 Berlin Antlaşması imparatorluktaki
liberal dalgayı sona erdirdi. II. Abdülhamit döneminde güç özerk bürokratlardan saray
memurlarına geçmişti.
19. yüzyılın sonlarında yoğunlaşan emperyalist faaliyetlere karşı bürokrasi içerisinde
restorasyoncu bir program peşinde olan ve geleneksel düzeni yüceltmek için İslamiyet’ten
güç alan yeni bir grup ortaya çıktı. Batılılaşmaya daha az eleştirel gözle bakanlar bu
restorasyon projesinin dışında tutuldu. Dışlanan bu kesim zamanla dönüşüme uğrayarak
radikalleşti ve Jön Türkler adıyla ortaya çıktı.
Jön Türklerin eylemciliği Fransız Comtecuları’ndan mülhem radikal bir pozitivizmden
kaynaklanıyordu. Bu grubun imparatorluğun sorunlarını kavrayışı ne toplumsal yapının
analizine ne de emperyalizm mekanizmalarının incelenmesine dayanıyordu. Bunun yerine
doğru dürüst tanımlanmamış bir iktisadi bağımsızlık özlemi ve mutlakiyetçilik aleyhtarı
söylemleri vardı. Anti-mutlakiyetçilik bu grubun Batılılar gözündeki itibarını artırmıştı.
Jön Türk düşüncesinin merkezinde devleti kurtarma hedefi vardı. Bu proje içerisinde
siyaset ön planda tutuluyor geri kalmışlığa çare olacak formüller düşünülmüyordu. Bu bakımdan Japonya’daki Meiji restorasyonundan farklı bir hareketti: Meijiler devleti ele
geçirirken ekonomiye yeni bir yapı verme peşindeydiler. Jön Türkler ise teşhis edebildikleri
hastalıklar için idari reform önerirken, hastalığın ve çözümünün iktisadi yönlerinden haberdar
değillerdi.
İmparatorlukta emperyalist faaliyetlerin arttığı dönemde etnik bilinçlenme düzeyi
arttı. Her emperyal güç belli grupları himaye altına alıyordu. Sahneye Almanya girdiğinde ilişki
kurulabilecek tek aday Müslümanlardı. II. Abdülhamit’e yakın durmaları Almanlara yarışa geç
katılmalarına rağmen birçok kazanımlar yaşatmıştı.
Devletlerarası rekabet Jön Türkler’e gerek iktidar öncesi gerek iktidar sonrası belirli
bir hareket alanı sağladı. İngilizler ve Fransızlar gözünde Jön Türkler baskıcı bir padişahtan
kurtulma yolları arayan, özgürlük ve ilerlemenin bayraktarları olan kişilerdi. İngiliz yanlısı olan
Jön Türkler 1908’de iktidara geldiklerinde bu değişiklik Almanya yanlısı İslamcılığın yenilgisi
olarak yorumlanmıştı. Jön Türkler’in İngiliz yanlısı tutumları ancak dünya savaşı öncesine
kadar devam edebildi. Bu dönemde İngiltere ve Fransa aleyhte bir tutum takınmıştı. Jön
Türkler’in devamı niteliğindeki İttihat ve Terakki mecburen İttifak Devletleri ile ittifak etmek
zorunda kalmıştı.
İttihat ve Terakki başta ülkenin çeşitli etnik ve dini grupları arasında eşitlik ve
federasyon amacını güden Osmanlıcılar olarak görünüyorlardı. İktidara gelmeleri gayrimüslim
burjuvaziye geniş kültürel özgürlükler sağlamıştı. 1911’de başlayan Balkan Savaşları bütün
seyri değiştirdi. Ermeni ve Rum gruplar İTC’den desteğini çekerken İTC kadroları hızla Türk
milliyetçiliğine savruldu.
Birinci Dünya Savaşı başladığında İTC hükümetinin ilk icraatı kapitülasyonların tek
taraflı kaldırılması oldu. Savaş yıllarına hakim olan bir diğer tema yerli bir burjuva sınıfının
yaratılmasıydı. Milliyetçi aydınlar liberalizme saldırmaya başlamıştı. Bunların görüşüne göre
milli bilincin kazanılmasına ve iktisadi amaçların gerçekleşmesine yukarıdan katkıda bulunmak
gerekliydi, bireylerin ekonomik özgürlüğü arkadan gelecekti. Almanya’nın kalkınması ve orada
uygulanan anti-liberal, himayeye dayalı Listçi milli ekonomi politikası bunun en iyi örneğiydi.
Osmanlı’da o andaki burjuvazi milli olmadığı için güvenilmezdi. Bunun yerine Müslüman
müteşebbislerden yeni bir zenginler sınıfı oluşturmak zorunluydu. Savaş esnasındaki gıda ve
askeri malzeme ticareti İTC’ye yakın tüccarlara büyük sermaye birikimi sağlayarak bu amaca
hizmet etti. İTC’nin politikası parti teşkilatı ile yeni ortaya çıkan milli burjuvazi şebekesinin
birbiriyle özdeşleşmesini sağladı. Kısaca siyaset ekonomiye tam anlamıyla hakim olmuştu.
Gayrimüslim burjuvazi bürokrasinin gözünde emperyalistlerle işbirliği yapan ve
gittikçe özerkleşen yapısıyla bürokratların toplumsal dönüşüm projesine muhalefet
edebilecek bir topluluktu. Bu yüzden bu grubun muhalefet konumundan düşürülmesi
gerekiyordu. Ermeni ve Rum burjuvazinin elimine edilmesinde bürokrasinin elini güçlendiren
en önemli şey sınıf mücadelesinin etnik ve dinsel çatışma düzeyine taşınması oldu. Bürokrasi
etnik ve dini farklılıklar temelinde mücadele ederek sınıfsal çatışmayı maskelemeyi
başarabildi.
Bu çatışmanın maddi temelleri de vardı. Müslüman köylüyle Hıristiyan tüccarın karşı
karşıya gelmesinin yanında toprak mülkiyetinde de eşitsizlik doğuran gelişmeler yaşanmıştı. Anadolu’nun Batı kıyılarında topraklar ihracata yönelik tarım yapan Rumların elinde
yoğunlaşmıştı. Tarıma açılan Çukurova’da Ermeniler geniş araziler elde etmişlerdi. Eşitsiz
gelişme nüfusa da yansıdı. Müslüman nüfus gerek savaşlarda ölen erkeklerden ve ekonomik
gerilikten dolayı yavaş artmıştı. Gayrimüslim nüfus artışı ise görece daha iyiydi. Bu değişimler
Müslümanların geleneksel toprak tekeline tehdit olarak algılanmıştı. Bu rahatsızlıklar Ermeni
tehciri ve Rumların Anadolu topraklarından çıkarılmasına zemin oluşturdu. Birinci Dünya
Savaşı sonunda 2,5 milyon Ermeni ve Rum ölmüş veya ülkeden ayrılmıştı.

Dördüncü Bölüm: Kayıp Burjuvazi Aranıyor
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı Devleti parçalanmış, elde kalan tek toprak
parçası olan Anadolu’nun yeni siyasi birimin merkezi olacağı ortaya çıkmıştı. Savaş sonunda
İTC kadrolarının ülkeden kaçmış olması siyasi bir boşluk yaratmıştı. Çanakkale savaşlarında adı
duyulan bir komutan olan Mustafa Kemal bu kargaşa ortamında direnişi örgütleyen lider
oldu. Direniş İTC taşra teşkilatının ve Müslüman burjuvazinin büyük bölümünün katılımıyla
güç kazandı. Bağımsızlık mücadelesi kazanıldığında yeni devletin en önemli aktörleri de askeri
kadrolarla birlikte bu grup mensupları olacaktı.
Devletler arası sistemin dayatmaları ve savaşın getirdiği yıkım olmasaydı, bürokrasi ile
Hıristiyan burjuvazi arasındaki çatışmanın, burjuvazinin mücadele alanından tamamen
çıkarılmasıyla sonuçlanmayacağı kesinlikle söylenebilir. Savaş olmasaydı büyük ihtimalle
bürokrasi değişmiş bir toplumsal yapıda yeniden eski gücünü kazanacak ve yeni iktisadi
politikarla kapitalist sistem içerisinde üretilen artık ürünü daha etkin denetleyebilecekti.
Devlet aygıtı ayrıcalıklı konumunu sürdürürken kapitalizmin gelişmesi mümkün olur
muydu? Osmanlı’daki durum, özerk bir devlet sınıfının yeni oluşan kapitalist gruplara
vesayetini kurduğu Japonya örneğine benziyor. Fakat Meiji bürokratları köylünün
proleterleşmesini onaylarken Osmanlı yöneticileri küçük mülkiyeti korumuşlardı.
Osmanlı’daki kapitalist gelişme bürokrasi-küçük köylülük ilişkisinin yanında yavaş yavaş
ilerlemek zorundaydı ve öyle oldu. Kısaca Osmanlı’da tüccar sınıfın gelişmesi beraberinde
proleterleşme getirmedi. Bu yönüyle Osmanlı devrim öncesi Fransasına benzer.
Osmanlı bürokrasisi varlığını kapitalizmin en çok tehdit edeceği küçük üreticilere
borçluydu. Bürokrasi ve küçük köylü ittifakı orta sınıfın başarı şansını azalttı. Hıristiyan
burjuvazinin taleplerini bir sınıf bilinciyle değil, etnik ve dini kimliklerini kullanarak getirmesi
bir orta sınıf devrimi yoluyla hakimiyet kazanma ve siyasal iktidara aday olma ihtimalini yok
etti. Bu, yönetici sınıfın daha sonraki seyrini etkileyen en önemli etmenlerden biriydi.
Cumhuriyet dönemi savaşın getirdiği yıkım, tehcir ve göçlerden dolayı düşük bir
nüfusla başladı. 13,6 milyon nüfusun yalnızca %2,6’sı gayrimüslimdi. Bu rakam savaş
öncesinde yaklaşık beşte birdi. Nüfus bileşimindeki değişim savaş yılları sonunda bürokrasinin
karşısında hiçbir rakibin bulunmadığına işaret eder. Gayrimüslim burjuvazinin ülkeden
çıkarılması ticaret şehirlerin nüfusunun azalmasına ve genel bir kırlaşma eğilimine sebebiyet
verdi. Kırım ve Balkanlar’dan gelen muhacirler Anadolu nüfusuna sayıca ve kültürel olarak
katkıda bulunduysa da eski ekonomik canlılık sağlanamadı. Hıristiyan nüfusun ülkeden çıkarılmasından sonra Müslüman tüccarlar yüksek kârlar
elde etmeye başlamıştı. Diğer yandan savaş yıllarında önemli miktarda servet el değiştirdi.
Ülkeden çıkan veya tehcir ettirilen gayrimüslimler mülklerini yok pahasına satıyor bazen de
eşraf gidenlerin mülklerine doğrudan el koyuyordu. Savaşta geride kalanların bölüşümünde
kararları siyasi otorite alıyordu. Mülklerin bir kısmı yeni gelen muhacirlere verilirken çoğu
Kurtuluş Savaşı’na katılanların ve iktidara yakın eşrafın eline geçti.
Bürokrasi 1920’lerde siyasi iktidarı ele geçirdikten sonra toplumsal yapı üzerinde
rakipsiz bir üstünlük kurmadı. Ama bürokrat sınıf yerli tüccar üzerinde işlevsel bir vesayet
kuramadan otoriter bir rejim oluşturdu. Büyümekte olan ticaret burjuvazisi ise devlet
memurlarıyla herhangi bir çatışmaya girmedi. Bu grup burjuva kültürel geleneğini
sürdürmedi. Yani para kazanma ayrıcalığı karşılığında sivil toplum kurma hakkından vazgeçti.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra rejim, kendini kabul ettirebilmek adına sert
tedbirler aldı. Şeyh Said İsyanı sert bir şekilde bastırıldı. Eski İTC kadroları pasifize edildi.
1925’te çıkarılan Takrir-i Sükun kanunu muhalefet kanallarının kapanması anlamına
geliyordu. Bu kapalılık burjuvazinin bürokrasi karşısındaki mücadelesini kolay
sürdüremeyeceği anlamına geliyordu.
1920’lerde bürokrat sınıfta arasında bir iç hesaplaşma yaşandı. Bürokrasi içindeki
ayrışma “devleti kurtarma” amacı gerçekleştikten sonra gerçekleşti. Daha muhafazakar
bürokratlar karşısında Kemalist reformcular çabalarını dine ve hanedana dayalı meşruiyetten
arınmış bir siyasi sistem üzerine yoğunlaştırdılar. Devletin militan laikliği, İslamiyet’in hâlâ
toplumu bir arada tutan ilkeye devam etmesinden dolayı devletle toplumun birbirinden
ayrılması sonucunu doğurdu.
Bu süreçte milliyetçilik bütün reformların başvurduğu örtük ideoloji oldu. Milliyetçilik
bireylerin yerel ve özel bağlılıklarından kopmasını sağlayacak birleştirici ilkelerden en
önemlisiydi. Milliyetçilik anti-liberal bir felsefeyi de beraberinde getirdi. Liberalizme alternatif
olarak hem bürokratik mekanizmanın statüsünü koruyacak hem de milli kalkınmayı
sağlayacak yeni devlet-toplum bağlantıları 1930’larda gündeme geldi.

Beşinci Bölüm: Devlet ve Sermaye
Cumhuriyetin ilk beş yılında bürokratlar ekonominin temel yapısını değiştirmekten
aciz kalmışlardı. Savaş öncesinde kurulan sistem büyük ölçüde devam etmekteydi.
İşgücündeki azalmaya ve tüccar sınıfının bağlantılarından ve örgütsel yeteneğinden mahrum
kalınmasına rağmen pazara yönelik tarım önemini korudu. Bunun sebebi saf dışı bırakılan
Hıristiyan burjuvazinin yerini yabancı sermaye ve Müslüman tüccarların almasıyla
organizasyonun devam ettirilebilmesiydi.
1929 ekonomik krizinin Türkiye’deki etkileri yıkıcı oldu. İhraç mallarının fiyatları hızla
düştü. Ticaretteki ödemeler dengesi açıklarını kapayan yabancı krediler de gelmez olunca
döviz krizi ortaya çıktı. Birçok tüccar iflas etti. Bu kargaşa ortamında burjuvazinin zayıflığı
ortaya çıktı. Yabancı pazarlara aşırı bağlı olan burjuvazinin maddi temelleri yok olduğunda
gücü neredeyse sıfıra iniyordu. Lozan Antlaşması’nın Osmanlı dış ticaret rejiminin uygulanması dayatmasının 1929’da
sona ermesi ve krizin etkileri hükümetin bu tarihten sonra korumacılığa yönelmesine sebep
oldu. 1930 v3 1931 bir yandan ekonominin dönüştüğü diğer yandan bürokratların devlet
yönetiminin boyutlarını genişleterek güçlerini pekiştirdiği yıllar oldu. Artık devletin
ekonomide çok daha etkin olduğu yeni bir ekonomi politikası uygulanacaktı.
Bu yıllarda CHP devletle gittikçe daha fazla özdeşleşmeye başladı. Partinin amacı
“sınıf mücadelesi yerine ictimai nizam ve tesanüdü temin” olmuştu. Parti, toplumdaki özerk
alanları yok etmek adına sert politikalar uygulamaya başladı. Türk Ocakları ve mason
localarının kapatılması, basındaki sansür ve gazete/dergi kapatmalar, üniversite reformuyla
onlarca öğretim üyesinin işine son verilmesi CHP’nin 1930-1935 yılları arasında görülen bazı
otoriterleşme faaliyetleriydi.
Hükümet 1927’de Teşvik-i Sanayi kanunu çıkarmıştı. Bu kanun, yerli firmaların bazı
gümrük muafiyetlerinden, arazi hibelerinden ve yabancılara karşı ihale önceliğinden
yararlanmasını öngörüyordu. 1930’dan sonra bu kanundan yararlanan firmaların sayısı
azalırken ölçekleri büyüdü. İş Bankası bu sanayicilere kredi imkanları sundu.
Devletin büyük sanayicileri kayırması işçilerin aleyhine oldu. Ücretler düşürülerek
sanayi kesiminin kârı artırıldı. Para artık ticaretten sanayiye kaymıştı. 1929 ile 1934 arasında
devlet gelirleri %40’ın üzerinde bir artış gösterdi. Krizdeki dönüşüm sürecinde bürokrasi
üretimin büyük bölümünü kontrol etmeye başlamıştı. Yani krizden karlı çıkan sanayiciler ve
bürokratlar olmuştu. Hakim koalisyonun birikimlerinin artırılmasının maliyeti fiyat ve vergi
politikaları ve iş mevzuatı yoluyla köylülerin ve işçilerin sırtına bindirildi.
1930’larda görülen bu politikanın adı devletçilikti. Bu model, siyasal bie elit ile
emeklemekte olan bir burjuvazinin hızlı bir birikim sağlamak için güçlerini birleştirerek yeni
bir toplumsal sitem kurma iddiasıyla işçi sınıfını ağır baskılar altında tutup tarım sektörünü
sömürürken yalıtılmış bir milli ekonomi alanı yaratmalarına dayanır. Bütün bunlar, sınıf
çatışmalarını yadsıyarak korporatist bir toplum modeli kabul eden, belli ölçüde yabancı
düşmanlığına dayanan bir milli dayanışma ideolojisi çerçevesinde gerçekleştirilir. Türkiye’deki
model zamanın Avrupa faşizmi tecrübesinden oldukça etkilenmişti fakat son tahlilde
devletçilik, faşizm gibi halkı harekete geçirmemiş, bürokrasi ve burjuvazi arasında bir
koalisyon olarak kalmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması devletçiliğin başarı hikayesini sona
erdirdi. Savaş dönemi ekonomisi yüksek enflasyon, kıtlık, karaborsa ve Varlık Vergisi
kelimeleriyle özetlenebilir.
Savaş yılları bürokrasi ve burjuvazinin birbirinden uzaklaştığı yıllar oldu. Savaş sonrası
Türkiyesinde büyük siyasi ve ekonomik dönüşümler görülecekti.

Altıncı Bölüm- Popülizm ve Demokrasi
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili sisteme geçme kararıyla birlikte muhalefet
gelişmeye başladı. Muhalefetin iki temel direğinden biri devlet müdahalesi karşısında pazarı
savunan iktisadi özgürlük , diğeri ise rejimin ideolojik baskısı altında gelenekleri savunan din
özgürlüğüydü.Bu dönemde pazarın keşfinin gerçek sebebi burjuvazinin ekonomi üzerindeki
bürokratik kontrolden hayal kırıklığına uğramasıydı. Burjuvazi önceki dönemlerde biriktirdiği
güçle bürokrasiye kafa tutabilir hale gelmişti. Toplumun ezici çoğunluğunun basit pazar
toplumu ideallerine bağlı küçük üreticilerden oluşması burjuva ideolojisine denk düşüyordu.
Küçük üreticiler geleneksel dengelerden bir çıkış yolu olarak pazar özgürlüğünü kolayca
kabullenebilirlerdi.
Savaş sonrasında Amerika’nın ekonomik kalkınma adına Türkiye’ye biçtiği rol tarımda
uzmanlaşmaydı. Amerikan hibeleriyle tarım makineleri ithal edildi, karayolları ve altyapıya
yatırım yapıldı ve yen, tarım arazileri açıldı. Bu dönemde taşra zenginleşmeye başladı. Böylece
Pazar ideolojisi etrafında bir burjuva-küçük üretici dayanışması ortaya çıktı. Bu grup kısa
sürede muhalefet konumundan iktidara yükseldi.
Tek parti döneminde laikliğin Kemalist versiyonu dini ve geleneksel cemaatleri büyük
baskı altında tutmuştu. Din milliyetçi ideolojiyle ikame edilmeye çalışıldıysa da başarı sınırlı
kaldı. Devlet reformizmi karşısında hoşnutsuzluk çoğu zaman halkın ortak dili olan dini
muhafazakarlık temelinde tezahür etti. Zamanı geldiğinde muhalefet din özgürlüğünü bir
siyasi koz olarak ustaca kullandı.
DP’nin 1950’de iktidara gelmesi Türkiye tarihinde bir dönüm noktasıdır. Halk ilk defa
siyasi tercihlerini özgürce dile getirebilmiş ve devletçi zihniyeti reddetmişti.
Bürokrasiyi temsil eden CHP savaş sonrasında burjuvazi ile yollarının ayrılacağını
anlayınca toprak reformu yapmış, güçlenen muhalefete karşı köylülerle ittifak yapmaya
çalışmıştı ama başarılı olamamıştı. Bürokrasinin yeni bir ittifak kuramaması sadece seçimlerde
bozguna uğrayacağının değil, aynı zamanda Türk ekonomi politiğinin sonraki aşamasında
burjuvaziye tabi olacağının habercisiydi. Bürokratlar, kendi projelerini savunacak toplumsal
bir sınıf olma statüsünü kaybederek, özerklik düzeyi birikim sürecinin niteliğine ve burjuva içi
dengelere bağlı devlet yöneticileri haline geldiler.
DP iktidarının ilk dört yılında köklü politik ve ekonomik dönüşümler görüldü. İktidarın
vaatleri büyük oranda gerçekleşti. Sonraki dönemlerde dış kısıtlar ve dünya fiyatlarındaki
olumsuz hareketler nedeniyle işler tersine döndü ve serbest piyasa idealinden uzaklaşılmaya
başlandı. DP popülist bir ekonomi politikası izlemeye başladı. Bu durumda şehir burjuvazisi
tarımı kayrıldığı politikadan hoşnutsuz olmuş, hükümeti korumacılık ve ithal ikameciliğin
temelleri olacak adımlar atmaya zorlamıştı.
Burjuvazinin 1960larda meyvesini verecek taleplerinin karşılanmasında tarımsal
yapının belirleyiciliği fazladır. Toprak sahibi aristokrasinin olmaması daha sonraki dönemde
gerçekleşecek olan sanayileşme sürecinde bürokrat-burjuva blokunun işini kolaylaştırdı.
Küçük mülkiyetin yaygınlığı 1946-1950 döneminde muhalefet hareketinin başarısında önemli
bir rol oynamıştı. Sonraki yirmi yıl içinde de tarımsal yapı Türk toplumunun dönüşümünde
kilit bir rol oynadı.
Yukarıda söylendiği gibi DP iktidarının ilk yıllarında işler yolunda gitmiş, tarımsal
üretimin artmasıyla ekonomi büyümeye başlamıştı. Fakat 1954’ten sonra durum kötüleşmeye
başladı. DP’nin popülizmi enflasyonist bir ekonomi politikasıyla krizi sürekli erteledi. Diğer taraftan liberal dış ticaretin yerini yavaş yavaş korumacılık almaya başladı. Enflasyonist
politikalar ve korumacılık sanayicilerin birikim yapmasını kolaylaştıran en önemli iki faktör
oldu. DP’nin ekonomik olarak en büyük eksikliği planlama olmadan hareket edilmesiydi.
Planlama kurumları ancak DP iktidarının son döneminde Amerikan baskısıyla kurulabildi.
DP döneminin ayırt edici özelliklerinden biri köyden gelen göçlerle kentlerin
kalabalıklaşmasıdır. 1950-1960 arasında dört büyük şehrin nüfusu %75 oranında artmıştır. Bir
taraftan tarımda makineleşme diğer taraftan kentlerdeki iktisadi canlılık kırlardan kentlere
göçe sebep oldu. Göçmenlerin çoğu köyle ilişkisini sürdürüyor, hasat zamanlarında köye
gidiyorlardı. Kitle göçleri şehirlerde gecekondulaşmayı beraberinde getirdi. Şehirler artık
daha heterojen bir yapıya bürünmüştü.
Yeni göçmenler beklenen proleter davranışı olan sola meyletmek yerine sağ
popülizmine yani DP’ye oy vermeye devam ettiler. Bunun bir sebebi köyden gelen bu
göçmenlerin hayat standartlarındaki göreceli artış diğer sebebi ise göçmenlerin şehir
kültürüne kapalı gecekondu bölgelerinde kendi köy kültürlerini yeniden üretebilmeleriydi.
Kitlesel göçte DP döneminde inşa edilen karayollarının önemi büyüktü ve bu yol ağı
seçkinlerin geleneksel ayrıcalıklarının çoğunu yok etmişti.
1950’lerde yaşanan hareketlilik yerli sanayi burjuvazisinin gelişmesine imkan verdi.
Örneğin Çukurova bölgesinde büyük toprak sahipleri tarımdan kazandıkları sermayeyi sanayi
alanına kaydırarak gelecek dönemin zengin sanayicileri oldular.

Yedinci Bölüm- İthal İkameci Sanayileşmenin Ekonomi Politiği
1950-1960 arasındaki piyasa mantığı burjuvaziyi ve köylüyü güçlendirmiş, böylelikle
bürokrasinin karşısına kuvvetli toplumsal güçler çıkmıştı. Fakat bu dönemde kapitalist eksen
etrafında bir sınıf farklılaşmasının ortaya çıktığı söylenemez.
1960’dan sonra ise bu gruplar içinde şehirlerdeki ve köylerdeki küçük burjuvazi, küçük
sermaye ve ticaret burjuvazisi ile karşı tarafta çok güçlü bir sanayi burjuvazisi şeklinde bir
ayrışma yaşandı. Sanayi burjuvazisinin uluslar arası bağlantılarıyla birlikte gelişmesi birikim
sürecini devlet tarafından düzenlenmesini gerektiriyordu ve bu DP’nin yapamayacağı bir
şeydi. Gerekli politikalar darbeden sonra uygulanmaya başlandı. İthal ikamesi olarak
adlandırılan bu iktisat politikasından en çok sanayiciler ve örgütlü işçiler yararlandı. 1960
darbesini yapanlar aslında farkında olmadan yeni bir birikim modelinin temellerini atmışlardı.
1960’dan önce Menderes hükümetinin dış ticarette liberalizmden uzaklaşması ve dış
baskılarla planlama ve koordinasyona dayanan bir ekonomi politikası başlatması ithal
ikameciliğin ilk adımları sayılabilir. Sanayicilerin çıkarlarıyla bürokrasinin belli bir tabakasının
ve işçi sınıfının kısa ve orta vadeli çıkarlarının çakışması ithal ikameciliğin yerleşmesini
sağlayan bir başka unsurdu.
Sanayi burjuvazisinin 1960’lardaki gelişiminde bürokratlar, aydınlar ve askerlerin
zımni desteği yadsınamaz. Bu dönemde anti-popülist bir hav içinde ülkenin sanayileşmesine
hizmet eden teknokratik bir elitin rolü göklere çıkarılıyordu. İktidar, kendi çıkarları peşinden koşan politikacılardan alınıp halka hizmet eden milliyetçi plancılara verilmeliydi. Bu görüşler
1930’larda Kadro dergisi etrafında dile getirilen düşüncelerle büyük benzerlikler taşıyordu.
1960’lardaki hakim iki ideolojik cephe vardı: Bir yanda basit pazar toplumunu
referans noktası olarak alan katıksız pazar ideolojisinin savunucuları, diğer yanda ise sınai
düzenleme yanlıları.
İthal ikameci ekonomi politikasının ayırt edici unsurlarından en önemlisi döviz ve
kredinin devlet müdahalesi ile belli bir gruba tahsis edilmesiydi. Büyük sanayicileri kayıran bu
durum küçük burjuvaziyi ve küçük sermayeyi hiç hoşnut etmemişti. Sanayi burjuvazisinin
ideolojik hakimiyet kuramamasına rağmen devlete hakim olmasından kaynaklanan gerilim
1960-1980 döneminde bütün ideolojik ve siyasi mücadelelerin temelinde yer aldı.
1961 anayasasıyla gelen özgürlükler sanayileşme döneminde işçi sınıfına büyük katkı
sağladı. İşçi sınıfının bu dönemdeki görece iyi durumunun temel sebebi ise burjuva
ideolojisinin yönetime tam olarak hâkim olamayıp işçi sınıfını ezecek hale gelememesidir. İşçi
sınıfının da bu dönemde politik olarak çok aktif olduğu söylenemez.
İthal ikameci sanayileşme temelde daha önce ithal edilen malları imal eden yerli
sanayinin gümrük duvarları arkasında korunmasıdır. İİS yabancı sermayeyi dışlamaz, dünyayla
iktisadi bütünleşmeyi önlemez ve azaltmaz. İİS’nin uygulandığı ülkelerde iç pazarın büyüklüğü
önemlidir. Türkiye’de 1930’larda kurulan imalat sanayisi İİS döneminde sanayinin hem
teknolojik desteğini hem de müteşebbis tabanını oluşturdu.
Modern sanayinin büyümesi eskiden mevcut üretim biçimlerinin yıkımını da
beraberinde getiren bir süreçti. Bu dönüşüm sürecinde nüfusun hızla artmış olması hem
işgücü hem de pazar olanaklarını genişletti. Diğer yandan teknoloji transferinde de büyük
sorunlarla karşılaşılmadı. En büyük problem bazı ara malları ve petrol ithal etmek için dövize
aşırı bağımlılıktı. Döviz temini sürdükçe sistemde ciddi aksamalar görülmedi.
Sanayi sektörü dışında kalan toplumsal gruplar içinde en güçlü yapısal konuma sahip
olanı köylülerdi. Köyün oy potansiyelini bilen siyasetçiler 60-80 arasında sübvansiyon ve
destekleme fiyatlarıyla köylünün isteklerine cevap verdiler. Kapitalist sektör açısından ise
köylüler hem taşrada hem de gecekondu bölgelerinde pazarın önemli bir katmanı
durumundaydılar. Şehre göç etmiş köylülerin topraklarından kopmamış olmaları ise
şehirlerde ücretlerin yüksek seyretmesine sebep oluyordu.
Bu dönemde burjuva içindeki ayrıma paralel olarak işçi sınıfı içinde de ücretleri ve
pazarlık gücü kitlelerinkinden çok daha yüksek olan bir işçi aristokrasisi çıkmıştı. Küçük
sanayide çalışan işçiler sendikalaşmayla kazanılabilen hakların çoğundan mahrum kalırken,
büyük fabrika işçileri daha iyi şartlarda daha yüksek ücretlerle çalışıyorlardı.

Sekizinci Bölüm- Krizin Dinamiği
İthal ikamesi seçici bir koruma stratejisiydi. Sermaye malları ve girdiler ithal edilirken
ülke içinde gelişen sanayilerin ürünleri dış rekabetle karşılaşmıyordu. Türkiye’de sanayileşme ithalata sıkı sıkıya bağlı olduğundan gelişimin hızını mevcut döviz miktarı yani ithalat
kapasitesi belirledi. İİS stratejisini destekleyen toplumsal ittifak da döviz kısıtının yol açtığı
krizler sonucu bozuldu. Yani toplumsal kriz ekonomik krizin ardından geldi.
Toplumsal artığın sanayicilere aktarılmasında ilk mekanizma sanayicilerin devlet
himayesiyle tekel veya oligopol yapılar oluşturarak kâr marjlarını yüksek tutmalarıydı. İkinci
mekanizma sübvansiyon programlarıydı. Burada devlet sanayicilerin düşük fiyatlı girdilerden,
tercihli fiyatlardan, düşük maliyetli kredilerden ve vergi iadelerinden faydalanmasını mümkün
kıldı. Döviz kurunun sanayiciler içim olması gerekenden çok farklı tutulması ise üçüncü
mekanizmaydı.
Türkiye’nin kullandığı ek dövizin kaynağı 1950’lerden 1960’ların ortalarına kadar dış
yardımlar ve kredilerdi. Türkiye güney Avrupa ülkeleri gibi turizm gelirlerini artıramadı.
1960’ların sonlarında gelmeye başlayan işçi dövizleri ticaret açıklarının kapatılmasında önemli
rol oynadıysa da yabancı fonların ağırlığı hala yüksekti.
Sanayi burjuvazisinin benimsediği kapalı sanayileşme stratejisinin ve dış ticarette
kapalılığın Türkiye’nin gıda üretiminde büyük ölçüde kendi kendine yeterli olması nedeniyle
mümkün olduğu ve yabancı sermayenin yüksek ücretlerden dolayı İİS döneminde Türkiye’de
fazla yatırım yapmadığını eklemeliyiz. Bu yönüyle İİS döneminde Türkiye kapitalizminin
fazlasıyla “milli” olduğu söylenebilir.
1970’lerde bir taraftan siyasi rekabetin şiddetlenmesi diğer taraftan Kıbrıs olayı ve
petrol fiyatlarının artması döviz bulmayı güçleştirmişti. Sistemin devamı dövize bağlı
olduğundan 70’ler hükümetlerinin başlıca amacı döviz bulabilmek oldu. Çoğu zaman bunu
başarmaktan aciz kaldılar.
70’lerin sonunda sanayicilerin kârının düşmeye başlaması sermaye-emek ilişkilerinde
yeni bir dönem başlattı. Birikim kolayca gerçekleştirilebilir olmaktan çıktığında sendikalar
burjuvazinin önünde gerçek birer rakip olarak belirmeye başladı. Fabrikalarda grevler olağan
hale geldi. Kesintisiz büyüme döneminden sonra dünya krizi, krizi Türkiye’de de tetiklemişti.

Dokuzuncu Bölüm- Burjuva İdeolojisi Neden Yükselemedi?
Bürokrasinin hakimiyetinin sürdüğü dönemdeki ideolojik çatışma, savaş sonrasında
yukarıdan aşağıya reformculuk ile piyasa liberalizmini destekleyen geleneksel cemaat
bağlantılarını savunan bir popülizmi karşı karşıya getirmişti. 1950’lerde DP daha önce karşı
olduğu devletçilikten kaçamamış, kalkınmacılık DP liberalizmiyle kaynaşmıştı. Piyasa-devlet
karşıtlığının yerini devlet gücünün iktisadi büyümenin amaçları için en iyi nasıl
kullanılabileceği ekseninde dönen tartışma aldı. Bütün hakim söylemlerdeki ortak amaç
sanayileşmekti. Bu ideolojik çakışma siyasi yelpazenin her iki ucunu bomboş bırakıp 1960’lar
ve 1970’lerde radikal sağ ve sol grupların uçlara kolayca yerleşmesine sebep oldu. Her iki
tarafın tabanlarını güçlendiren kapitalizmin hızla gelişmesiydi. İşçi sınıfının yanı sıra küçük
üretimin ve toplumsal yapıların çözülmesi yeni ideolojiler etrafında örgütlenen toplumsal
hareketlerin maddi temellerini hazırlamıştı. Burjuvazinin tarihi boyunca mücadele alanına hiç çıkmamış olması Türkiye’nin ideolojik evrenini tanımlayan başlıca faktördü. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden
itibaren en önemli grup bürokratlar olmuş, kurumsal reformlar toplumsal muhalefetin
kazanımları sonucu değil, bürokrasinin dayatmasıyla gerçekleşmişti.
Burjuvazi ise iktisadi konumunu askeri bir zafer sonrasında edinmiş, güdümlü bir
kapitalizmim şartları altında olgunlaşmıştı. Pre- kapitalist güçlerle siyasi mücadeleye girmek
zorunda olmaksızın, sınıf olma statüsünü ancak devlet vesayeti altında erişmişti. Feodal bir
toprak sahibi sınıfla çatışmasına gerek olmaması ve gayrimüslim burjuvaziden devraldığı
konumlara yerleşmesi cumhuriyet burjuvazisinin işini hayli kolaylaştırmıştı. Burjuvazi
bürokrasiyle ancak ikinci dünya savaşından sonra karşı karşıya geldi. Fakat her zaman için
devletçi bir ekonominin ve kısıtlayıcı bir siyasi sistemin kaçınılmazlığını kabul etti ve
benimsedi.
DP kazandığı anti-elitist zaferden sonra popülist temaları uygulamaya koydu. CHP
1960’ların sonlarına kadar bürokratik imajını sırtından atamadı. AP ise DP’nin popülist
retoriğini sürdürdü.
Büyüme devam ettirilebildiği sürece toplumsal hareketlilik de devam etti. Bütün
gruplar eskisinden daha iyi durumdaydılar ve gelişmenin devamı için kalkınma
sürdürülmeliydi. 70’lerin ortalarında büyüme yavaşladığında toplumsal farklılaşma kendini
göstermeye başladı.
Tekelci sermayenin yol açtığı tahribat coğrafi mekanda iktisadi farklılaşma, küçük
şehirlerdeki toplumsal dengelerin alt-üst olması ve gecekondu hayatı çerçevelerinde
anlaşılabilir.1960 sonrası sınai gelişmesinde bölgeler arası eşitsizlik de daha fazla fark
edilmeye başladı. Coğrafi şartların elverişli olmadığı doğuda iktisadi problemler kimlik
savunmasının bir boyutu haline geldi. İkinci olarak, modern sanayinin merkezileşmesi taşrada
bayilikler alan yeni zenginleri ortaya çıkararak küçük şehir ve taşra eşrafını konumlarından
etti. Gecekondu bölgelerinde ise ilk gelenler olmasa da ikinci nesil proleterleşme eğilimine
girdi. 1970’lerin sonlarındaki şiddet de bu üç eksene tekabül eden toplumsal tabakalardan
kaynaklandı.
1970’lerdeki radikal hareketler sol, faşist sağ ve İslamcı sağ olarak üçe ayrılmıştı. Sol
sosyalist olmaktan çok anti-emperyalistti. Mücadelenin asıl aktörleri işçilerden ziyade aydınlar
ve öğrencilerdi. 70’lerdeki sol sürekli yeni gruplar doğuruyor ve sekterlik ön plana çıkıyordu.
Faşist sağda Turancılık, anti-komünizm ve anti-materyalizm temaları gelişmişti. Sağın kökleri
cumhuriyetçilerin elit milliyetçiliğinde yatıyordu. Solun ve faşist sağın ortak özelliği
ideolojilerini bir şekilde Kemalizm’e eklemleme çabalarıydı. İslamcı sağın kökenleri ise
Abdülhamit dönemine kadar uzanıyordu. MSP ile temsil edilen bu ideoloji sermaye birikimini
coğrafi olarak yayacak ve iktisadi yoğunlaşma eğilimini geri çevirecek tedbirleri öneriyor,
büyük sanayi sermayesini “Batı-Yahudi-mason” ittifakıyla özdeşleştirerek, küçük iş
adamlarının yararına güdümlü bir sanayileşmeyi savunuyordu.
Faşist hareketin başarısı merkezdeki güçlerin sanayileşme kriziyle başa çıkamamasına
ve sonuçta kalkınma ideolojisinin krize girmesiyle açıklanabilir. Faşist hareket uzak bir
geçmişin hayali debdebesini kullanarak toplumsal çelişkileri güçlü bir otoritenin denetimi altına almaya teşebbüs etti. Büyük burjuvazi “sosyalist tehlike” ye rağmen faşizme destek
vermedi. İdeolojik gerilim ordu yönetime el koyana dek sürdü.

Onuncu Bölüm-Sonuç Yerine
Darbeciler restorasyon değil radikal yenilik peşindeydi. Teknokratik yönetim ve
hukuki-kurumsal alanlarda kökten değişiklikler gündeme geldi. Yoğun bir yasama faaliyetiyle,
60 yıllık bürokratik ve popülist mirasın idari sistemi kısa sürede tasfiye edildi.
Yeni iktisadi tedbirler sanayi burjuvazisi içinde büyük sarsıntılara yol açtı. Büyük
sanayiciler hariç diğerleri büyük bir belirsizlik içine itildi. İdeolojik olarak ise yukarıdan
dayatılan liberalizmle burjuva hiçbir zaman elde edemediği hegemonya hayaline kavuştu.
Toplumun diğer kısmı ise daha da fakirleşmiş, devletin sosyal harcamalarının azalmasıyla
hayat standartları hayli düşmüştü.